Alo Alo Alo!

Mersin/Anamur Morca Düdeni Araştırması, 16-22 Ağustos 2020

Geziye Katılanlar: Bülent Efe Temür, Eylül Horoz, Anıl Özrenk, Beliz Aydın, Ezgi Özgen, Eren Kenan, Aleyna Cingöz, Kardelen Nurdoğan,  Enes Mutta, Tarık Demirtutan

Yıl 2020 ve her gezi yazısında bahsi geçen bir pandemi… Herkes gibi biz mağaracıların da en zorlandığı dönemlerden biri olan karantina dönemi bitiminde gerçekleştirdiğimiz yaz gezisi olan Bozyazı araştırması biz İTÜMAK mağaracılarını doyuramamıştı. Biz de hali hazırda araştırması devam eden Morca Düdeni mağarasına katılmaya karar verdik. Bozyazı’daki ekibin büyük bir çoğuyla birlikte Morca faaliyetine dahil olduk.

Ekspedisyona bir önceki sene de Eren Kenan ile birlikte dahil olmuştuk. Geçen sene de Taşeli Platosu’nun üzerine çıktığımızda içimi kaplayan o heyecan tekrar etrafımı sarmıştı. bu bölge benim için bir mabet niteliğindeydi. Türkiye’nin enlerine ev sahipliği yapan bu platoya vardığımda izlediğim bütün belgeseller, dinlediğim bütün hikayeler içimdeki ses tarafından bana tekrar tekrar hatırlatılıyordu. Belgesellerde gördüğüm kayalara bakıyor ve geçmişte orada yaşanmış olabilecek olayları, edilmiş olabilecek sohbetleri tahmin etmeye çalışıyordum. Bu duygular eşliğinde kamp alanına vardık. Geçtiğimiz seneden farklı olarak tuvalet olayına upgrade gelmişti. Bu yüzden pek yabancılık çekmedik. Haftalardır Bozyazı’da olan ekibimiz de ortama hemen adapte oldular. Morca Düdeni’ne ve çevredeki mağaralara peşi sıra giriyor ve yapılması gereken işlere koşturuyorduk.

Faaliyetin bizim için ilk aksiyonu Eren, Enes ve benim ısınmak (!) için Morca’ya girişimiz oldu. Temiz suyun ilk çıktığı yer olan 120 metreye kadar inip takılıp çıktık. Burada su içip bir şeyler atıştırdıktan sonra döndük. Su içme sırasında Enes’in ellerini mağaranın buz gibi suyunda üşümesini istemediği için tavuk gibi eğilerek su içmesi, bunu yaparken kafa üstü suya düşme riskini göze alması viral olmuştu. Bu ses getirecek olayda uzaktan farkedilemeyen su içinde çok küçük ve şeffaf karidese benzeyen canlıları farketmesi de takdire şayan. Enes’in enteresan su içme stilleri herkesin aklına kazınmış olacak ki bahsettiği canlıyı daha önce gören olmamış. (!)

Günlerden birinde ATM adındaki mağaranın döşemesi ve ölçülmesi için yola koyulduk. Mağaranın kocaman bir ağzı ve içerisinde de karanlığa uzanan kar tabakası vardı. Ezgi, Anıl, Eylül ile birlikte ağzından içeri doğru döşemeyi düzelterek ilerlemeye başladık. Eylül boltları ararken neredeyse kafasına ayağım kadar bir taş indiriyordum. O da bu konuda çok hevesli olacak ki “Taaaaş” diye bağırdığım anda kafasını kaldırıp üzerine gelen taşın yüzüne bir karış mesafeden geçişini izledi. Daha sonra ilk bağlantıları aldı ve peşinden ben kaynak yaparak ipe girdim. Çantamdaki diğer iple eğimli karın üzerinde inmeye başladım. Diğer bağlantı noktalarını bağlayıp diğer iple inişe devam ederken karların üstünde çukurlar gördüm. Bunların mağaraya girmeden attığımızda yuvarlanan taşlar olduğunu anlayana kadar bir ayıyla karşılaşmayı bekleyerek inişime devam ediyordum. Elimizdeki son ip olan bu ip de bitince tırmanış yapacağımız yere kadar ulaşamadan bitirmek zorunda kaldık. En azından tırmanılacak yere kadar gereken ip miktarını öğrenmiş olduk ve kamptan başka bir ekibi bu durumda bilgilendirebilecektik. İpleri bırakarak kamp alanına döndük. Gidişte ve dönüşte birkaç delik daha bulup koordinatlarını almıştık.

Ara ara mağarayı tanımak ve iş yapmaya başlamadan önce ısınmak için ekibimizden birileri ikide bir Morca’ya girip çıkıyordu. Bunun yanında civar mağaraların döşenmesi ve ölçülmesi işleriyle de ilgileniyorduk. Morca’ya giren Ezgi, Anıl, Beliz ve Kardelen’in peşinden Aleyna ile birlikte ben de girdim. Ezgiler dönerken karşılaştık ve selamlaşıp devam ettik. Kardelen fıtık beliyle mağarada bastonlu teyzeler gibi iki büklüm geziyordu. Biz de Aleyna ile hatırlayamadığım bir derinliğe kadar ilerleyip üşüyünce dönüşe geçtik. Dönüşümüz esnasında Morca bizim ufak tartışmalarımıza şahit olduysa da iki zıt kutbun nasıl uzlaştığına da tanık olmuş oldu.

Bir gece tepenin birinde yıldızların altında uyumak için bir ekip uyku tulumlarıyla yatmaya karar verdi. Bu ekiptekilerin anlattığı kadarıyla, bolca sohbet muhabbetin ardından oldukça soğuk ve rüzgarlı olan tepeden kimse (muhtemelen üşengeçlikten) inmeye yeltenmemiş ve penguenleri andıran bir şekilde tulumlarını dip dibe koyarak o tepeden ertesi gün canlı bir şekilde inebilmiş. Ender’in güzel bir jest yapıp herkesi gündoğumuna uyandırması da atlanmaması gereken güzel bir noktaymış. Ertesi gün mağaraya gireceğim için ben buna dahil olamadım. Ertesi gün mağaraya gireceğim diye yıldızların altında uyumadığımı düşünmeyin. -1000 metreye mağara telefonunu kontrol etmek ve kusurlu noktaları tamir etmek için girecektik. Bu sebeple en azından son kez sıcak çadırımda uyumak istedim. Evet yanlış duymadınız 100 değil 200 değil tam 1000 metre aşağıya telefon hattını ulaştıracaktık. Bu ekspedisyonun benim için anlam ve önemi tam olarak bu ekip ve bu ekiple yaptığım işti. Anıl, Eren, ben ve Graham… Elimizde kutu gibi bir telefon, kablo soyacağı, çakı ve desandörümüzle iniyorduk. Telefon hattındaki sorunu çözerek 1000 metreye ulaştırmak için yapmamız gerekenler basitti: Kablonun bir mağaracıyla temas ihtimalinin yüksek olduğu yerlerdeki kabloyu kesip telefon bağlayarak kontrolünü yapıp tekrar birleştirmek. Pek çok noktada bunu yaparak ilerledik. En son Cennete Giden Takılgeç’ in (!) sonunda kontrol ettik ve dışarıdaki kampa zor da olsa ulaştık. Daha sonra shiftimizin adı olacak olan “Alo…aloo…alo” diyaloglarının ardından dışarıda bizi bekleyen biriyle iletişime geçip -450 metre derinlikte bulunan Zavallılar Kampı’nda yatacağımızı bildirdik ve kabloları birleştirip inişe devam ettik. Kampa son bir ip kaldığında Eren’le beraber Anıl’a dönüp baktık ve son ip olmasaydı işimizin uzun olacağını anlayarak gülüştük. Kampımız yokluk içinde varlığı hissettiren türdendi. Az eğimli zemin, rüzgar kesen bir duvar ve en iyisi tyrolean manzaralı mutfak… Yemeğimizi yiyip uyumaya çalıştık. Anıl için ilk mağara kampıydı ve bana da zamanında “İlk mağara kampında çok zor uyuyacaksın” dendiği gibi ona da aynısını söyledim. “Ama ben fosur fosur uyumuştum” diye de ekledim. Anıl sanırım sadece “ama”dan sonrasını dinlemiş olacak ki ben en az kayarak sabit yatabileceğim yeri bulana kadar horlamaya başlamıştı. Yine Eren’le göz göze geldik ve gülmeye başladık. Tabi bu gülüşmeler daha sonra yerini “Keşke Anıl horlamaya başlamadan biz uyusaydık” sözlerine bıraktı. Gecenin her 45 dakikasında bir kayarak Anıl’ın kafasına dayandığım için uyanıp geri tırmandım. Gariptir ki bunlar olurken Anıl hala horluyordu. Neyse bir şekilde geceyi sabah ettikten sonra (tabii ki bunu güneşin doğuşundan değil öten saatlerimizden anladık) şaşılacak bir olaya daha tanık olduk. Tek öten kol saatinin sahibi olan Anıl alarmına uyanıp ertelemeye başlamış. Bırakın mağara kampında zor uyumayı horlayarak uykuya hemen dalmış üstüne bir de uyanmamak için alarm ertelemeye başlar olmuştu. Neyse bizi biraz rötarlı da olsa uyandırdıktan sonra kahvaltımızı yaptık. Su kaynağına ulaşmak için ipe girmek gerektiğinden elimizdeki suyu en idareli şekilde kullanmaya çalışıyorduk. Bu yüzden noodle’ı yemeden önce suyunu süzüp o sıcak su ile kendimize kahve yaptık. Körili kahvemizi içmek için telefon hattının kontrolü esnasında sıyırdığımız kablolardan kendime pipet yaptım. Ne de olsa covid diye bir virüsle karşı karşıyaydık. (!) Kahvemizi de içtikten sonra inişe başlamadan kampın yakınındaki kabloyu keserek dışarısı ile iletişim kurmaya çalıştık. Cennete giden takıl-geçte çalışan telefon biraz aşağıda çalışmıyordu. Geri dönüp acaba bağlarken hata mı yaptık diye kontrol etmeye döndük ve yine en son bıraktığımız yerden dışarısı ile konuşabiliyorduk. Tekrar daha kontrollü bağladıktan sonra kampımızın yanından tekrar bir deneme yaptık ve başaramadık. Telefonda biraz azar işittikten sonra çıkışa geçtik. İlk defa mağara telefonu için mağaraya girmiş üç kişi için bence gayet başarılıydık. Çünkü daha mağaranın ağzından dışarıdaki kampa kadar iletişim kurulamıyorken artık dışarıdaki kamp ile -450 m aşağısı arasında iletişim kurulabiliyordu. Çıkışa geçtiğimiz anda Cennete giden (!)takıl-geçte çanta vs. çıkarmak için -525 metreye giden Beliz, Eylül, Ezgi ve Enes ile karşılaştık. Bilen bilir o daracık takılgeç tek şerittir ve tam ortasında gidiş dönüş çakışınca mahalle kavgası gibi “Hayır kardeşim yol benim sen gideceksin geri” benzeri tartışmalardan sonra bir şekilde geçip gittik ve mağaradan çıktık. 

Bunların dışında bu faaliyette unutmadığım bir diğer shiftse Eren ile beraber -525 metrede Bulgarları karşılayıp çanta çıkarmalarına yardım edeceğimiz shift idi. Saat 19.00’da -525 metre derinlikte olmamız gerekiyordu. Mert’in rekorun 2,5 saat olduğunu ve bizim de en fazla 3 saatte ineceğimizi öngörmesi üzerine biz saat 16.00’da mağaraya girdik. Bilin bakalım ne oldu. Biz Eren’le saat 18.10’da -525 metredeki mağara kampına ulaşmıştık ve 50 dakika kadar Bulgarları bekleyecektik. Mağara kampına inen son ip üzerindeyken Batu ve Büşra ile karşılaştım. İkisi mağaradan örnek almak için birkaç gün önce 1000 metreye girmişlerdi. Büşra’nın ben ipteyken bana sorduğu ilk iki soruyu asla unutamıyorum. Birincisi “Saat kaç?” ve gayet normal bir soru olduğu için hiç garipsemeden altıyı on geçtiğini söyledim. Ancak ikinci sorusuyla beynimden vurulmuşa döndüm. Soru şuydu “Sabah mı akşam mı?”. Bu iki arkadaş yanlarına saat almadıkları için kaç gündür içeride olduklarından bir haber yorulunca uyuyup uykularını alınca uyanarak ilerlemişler. Tek eksikleri saat olsa neyse. Yanlarında çakmakları da olmadığı için taşıdıkları tüpü, dolu bir şekilde yanlarında gezdiriyorlarmış. Uyumadan önce bacak aralarına koyup ısıttıkları konserveleri tüketiyorlarmış. Şanslılar ki Eren ile bende her zaman bir çakmak vardır. Size çakmak lazım espirilerinden sonra dolu tüplerini yakıp mağara kampındaki çadıra girdik, yemek yedik, çorba ve kahve içtik. Bulgarlar o kadar yoklardı ki İTÜMAK kamp oyunlarının yarısından fazlasını Büşra ve Batu’ya öğretip içerde birkaç tur oynadık. Daha sonra ikisi çıkışa devam ettiler ve Eren’le birlikte beklemeye devam ettik. Saat 21.00’e yaklaşıyordu. Eğer 21.00 olsaydı son bir “Heyooo” çığlığı atıp çıkışa başlayacaktık. Üstelik çanta ve Bulgar görmeden… Tam 20.55’te ‘’Heyo’’muza bir karşılık geldi ve ilk olarak Kotze (umarım adı böyle yazılıyordur) 525 kampına ulaştı. Gerisin geri bütün Bulgarlar kampta toplandı ve Eren’le birlikte çantalarından bazılarını alıp çıkışa geçmemiz saat 22.00’yi buldu. Tamı tamına 3 saat 50 dakika mağara kampında uyumadan sadece oturarak bekledik. Çok organize bir organizasyonsuzlukla bu durumu yaşadık. En azından mağarada birini beklerken ne kadar dayanabildiğimizi öğrenmiş olduk. Daha sonra hızlarıyla ün salmış Bulgar mağaracılara elveda diyerek mağaradan çıktık. Tabi bu bir ekibin çanta sayısını azaltmak için girip çanta alıp çıkma işleri öyle bedava olmayacağından Bulgar mağaracılardan çantalarını aldığımız ikisi Eren’le bana ikişer şişe borçlandılar. 

İki senedir -525 metreden döndüğüm için her ne kadar içim içimi yese de o daracık -750 metrelere girmediğime de içten içe seviniyor gibiyim. İleride belki oralara da giderim. Nasipte varsa…

Kardelen:

Türkiye’nin en derin mağaralarından birine girecek olmanın heyecanı ile birlikte bir ısınma shifti atmanın güzel bir fikir olduğu düşüncesindeydik. Çünkü böyle bir mağarada gidebileceğimiz en derine gitmek hepimizin hedefiydi. Ama öncesinde kendimizi denemek için daha az bir derinliğe girmek gerekiyordu. Bu yüzden Ezgi, Beliz ve Anıl’la kuşanıp mağaraya doğru yola çıktık. Heyecanlıydık fakat benim biraz da korkum vardı çünkü belimde fıtık başlangıcı olduğunu daha yeni öğrenmiştim ve daha da kötü bir hale sokarım diye geriliyordum. Başlarda güle oynaya şarkılar türküler eşliğinde mağaranın derinliklerine ilerliyorduk. Tutmasalar mağara sonuna varacak bir motivasyon vardı ekipte ama benim belim ufak ufak sinyaller veriyordu “Kardelen gidiyorsun da bunun bir de dönüşü var.” Daha fazla ilerlemeden ekibe artık çıkışa geçsek iyi olacağını belirttim ve onlarda hiç söylenmeden onayladılar ve çıkışa geçtik. Her şey güzel  giderken ilk defa giydiğim iç tulum yüzünden oturtamadığım kuşam, kapısı sürekli açılan göğüs cumarım ile birlikte belim gittikçe artan bir şiddetle ağrımaya başladı. Son 80 metrede belimi dikleştirmeye çalışırken bir anda kitlendim ve yere çöküp kaldım. Mağaradan çıkabileceğime dair tüm inancım bir anda kayboldu. Kafamda “Asla çıkamayacağım” düşünceleri dönüyordu. Ama sağ olsun ekibin geri kalanı -özellikle Beliz- öyle bir gaz verdi ki mağaranın geri kalanında uçuyorduk resmen. Artık son çıkışa geldiğimde son bir gayretle cumarlayıp çıktım. Mağaradan çıkmıştım , yeryüzündeydim ve vücudumdaki fazla gazın vermiş olduğu hissizlik kaybolmuştu. Son emniyetlerimi de ipten aldığımda yine bir kitlenme geldi ve yüzüstü yere kapaklandım. Ağlamaya başlamıştım ama bunun sebebi canımın acısı değildi. Aklımdaki tek soru “Artık mağaracılık yapamayacağım” idi. Yine canım ekip arkadaşlarımın sarılmalı duygusal destekleriyle birlikte kamp alanına geri döndük. Ve korkulan olmadı hala mağaracılık yapabiliyorum. 🙂

Beliz:

Önceki sene katılamayıp yiğitlerimi yolcu ettiğim Morca’ya 2020 yılında katılacak olmanın heyecanı içindeydim. Birkaç gece önceden rüyalarımda mağaranın nasıl olduğunu görüyor, kendimi içeride ilerlerken buluyordum. İlk defa bu kadar derin bir mağaraya girecektim, neler yaşayacağımı bilmiyordum.

Ender çöpleri ve telefon kablolarını çıkarmak için Ezgi’yle -525 metredeki mağara kampına inmemizi söylediğinde başka isteyen olup olmadığını sorduk. Binbir kararsızlıkla gelen Eylül ve net bir şekilde gelirim diyen Enes ile birlikte hazırlanıp mağaraya girdik. Ezgi de ben de birkaç gün önce -230 metreye inmiştik ve buradan sonrasını ip hatlarını koklayarak bulacaktık. Bildiğimiz yere kadar birlikte indikten ve sorun olmadığını gördükten sonra Ezgi’yle biraz daha hızlandık. O kadar çok ip o kadar çok hat geçmek bir yerden sonra insanı zihinsel olarak etkiliyordu, bu etkiyi anlatabileceğimi sanmıyorum ancak durup önce Eylül’e daha sonra Enes’e gaz vermek için içinde “gel” kelimesi geçen bütün şarkıları söylerken o etkiden eser kalmamıştı. Enes ve Eylül de geldikten sonra ilerlemeye devam ettik. Kaçıncı metrede olduğumuzu tahmin etme yarışları artan hızıyla devam ederken bir gecedir içeride olan Efe, Eren ve Anıl Özrenk ile karşılaştık. Efe’nin “Şu Hacıyatmaz’ı geçince bir ip iniyorsun bir ip çıkıyorsun sonra mağaraya inen iniş geliyor…” anlatışıyla kampa az kaldığını öğrendiğimizde mutlu olduk. Dar bir ip hattında her türlü şekle girerek yol verip onlarla vedalaştık ve devam ettik.

Hızlıca devam ederken bir anda Ezgi bana bakıp serçe parmağını hissetmediğini söyledi. Artık yorgunluk ve işte o zihinsel etki bizi zorlamaya başlamıştı, enerji toplamamız gerekiyordu. Bir anda Ezgi “Çadır görüyorum, kamp görüyorum.” diye bağırmaya başladığında hepimiz mutlu olduk. Baktığı yere bakıp bir şey göremediğimde kendini sorgularcasına halüsinasyon gördüğünü düşündü ama gördüğü şey gerçekti, daha da aşağı indikçe net bir şekilde parlayan mağara kampı gözüküyordu. Keyifli keyifli aşağı indiğimizde önceki tecrübelerimden oturursam kalkamayacağımı bildiğim için öncelikle mağara çantalarına çöpleri ve telefon kablolarını doldurdum. Enes ve Eylül de gelince hep birlikte çadıra girip ocağı yaktık ve sonrasında çok pişman olacağım o an geliyordu. Önce güzelce çorbalarımızı içtik, sonra ise o lanet soslu noodle ı yaptık ve bir kaşığı aramızda dönerek yedik. Noodle ın acı sosu Enes ve benim midelerimize oturmuştu ve hassas midem bunu kaldıramadığını mağaradan çıkana kadar belli edecekti.

Enes biraz mağaradaki telefon hattını kurcalarken bir anda aşağıdan rock müzik sesleri gelmeye başladı. Birkaç gündür -1000 metrelerde olan ekipten iki kişi çıkmaya başlamıştı. Sessiz bir mağarada bir anda öyle bir ses gelmeye başlayınca irkilmenin normal olduğundan bahsetmeme gerek yok herhalde. Onların geliyor olması ve bizim işimizi bitirip enerji toplamamızla birlikte Ezgi’yle birlikte çıkışa doğru basmaya başladık. Eylül ve Enes de arkamızdan geliyordu ancak aşağıdan gelen ekibin tek isteği hızlıca çıkmaktı. Bu sebeple eğer bize yaklaşırlarsa onlara ip hattı üzerinde olmadığımız bir yerde bekleyip yol verecektik. Arkada bizi takip eden bir rock müzik ile birlikte hızlıca ilerliyorduk. 60 metrelik çok boltlu inişin olduğu yerde artık can sıkıntısından kaç bolt olduğunu sesli sesli saymaya başlamıştım. Taşıdığım çantada mağara telefonu vardı ve zarar vermemek için ip hatlarındayken de sırtımda taşıyordum. Onun beni artık sıkmaya başlaması ve sürekli cumarlamaktan noodle ın etkisini daha fazla hissetmemle birlikte midem bulanmaya başlamıştı. Artık arkadan gelen bir rock müzik yoktu, mağara sessizdi ve her halimden belli olan bulantım vardı.

Her ip hattını çıktığımda durup midemin toparlanması için soluklanıyordum, kusmayacaktım inat etmiştim. Ben soluklanmak için durup gözlerimi kapattığımda Ezgi de benim için endişeleniyor ama aynı zamanda da “midem bulanıyor” cümlesine rağmen kendi midesini zapt edebiliyordu (Biri midem bulanıyor diyince Ezgi hep kusar). Artık mağaradan çıkmamıza az kalmıştı, bunun gazına gelip hızlanmaya çalıştım çünkü saat geç olmuş, uyku hafiften bastırmıştı. Mağaranın başındaki inişleri ezbere bildiğim için kaç ip kaldığını önceden Ezgi’ye söylüyordum, hızlı hızlı (o anki bana göre hızlı(!)) gidiyorduk. Mağaranın ağzındaki çıkışa geldiğimde gökyüzü, karanlık ve son ip hattı olması beni fazlasıyla mutlu ediyordu. Son çıkışı çıkıp mağaranın ağzında oturan Ezgi’nin “Beliz çabuk gel hava çok güzel yıldızlar çok güzeeeell!” bağırışlarıyla hızlıca son çıkışı çıktım ve bir süre oturup yıldızları, gökyüzünü seyre daldık.

Ah o noodle olmasa…

Yazanlar: Bülent Efe Temür, Beliz Aydın, Kardelen Nurdoğan, Enes Mutta
Düzenleyen: İrem Güzel